top of page

Her Planın Bir Hikayesi Var

Güncelleme tarihi: 19 Oca

Baran İdil’in anılarındaki 1940’lar, 50’ler, Karşıyaka, İstanbul, İTÜ… (2018)


Ortağım (ve damadım) Hasan Özbay çok uzun süredir, ülkemizde 50 yılı aşkın bir süredir, yaşanmakta olan planlama ve kentsel tasarım serüvenini, “kendi yaşamım ve deneyimlerimin içinden” yazmamı ve kitaplaştırmamı istiyordu. Doğrusu zaman zaman, bu anlamda pek çok yazı kaleme aldım. Örneğin, planlama ve kentsel tasarım yarışmaları, su kültürü ve kıyı planlaması, koruma planlaması, planlama ve mimarlıkta politik boyut, planlama ve kentsel tasarımda ihtisaslaşma karmaşası ve eğitim sorunu, meslek ahlakı ve meslekte ciddiyet vb. konularında sayısını unuttuğum pek çok makale yazdım. Oldukça somut güncel sorunlar ve sorunlar içindeki konular hakkında yazmak şimdiye kadar tercihim oldu. Bununla beraber, çoğu kez bana dev gibi önemli ve öncelikli görünen sorunlara dair yazılarım için “Hocam, söylediklerinize katılıyorum…” gibi heyecansız ve soğuk tepkiler almanın ötesine geçemedim. Bunda yazım dilinin kalitesizliğinin (gramer bozukluğu) kuşkusuz dahli vardır. Ancak, ben konunun hak ettiği kışkırtıcılığı ifade etmek için elimden geleni yaptım ama bırakın kışkırtmayı, insanları gıdıklamayı dahi becerebildiğim çok kuşkulu…


Peki böyle bir girişten sonra hikâyeye nasıl devam edebilirim? Doğrusu kestiremiyorum. Ancak bazı güvendiğim meziyetlerim olduğuna inanıyorum. Bunların başında, içimde “dizginlenemeyen bir heyecan taşıdığımı” söyleyebilirim. Olayları hem iyi hatırlamak hem de olduğu gibi (yalansız!) aktarmak konusunda “ahlak ve eğitime” gerçekten çok güvenirim. Doğrusu bir Doğan Kuban, Cengiz Bektaş, Ziya Tanalı ya da Aydan Balamir gibi -gıpta ettiğim- lirik anlatımları beceremem. Ancak olay ve örgüleri bir tarihçi gibi aktarmayı becerebileceğime inanırım.


Bir düşünür, “Belleklerimiz geleceğin hayallerini yaratan enayilerle dolu olmalı” demiş. Ben bu enayinin varlığını hep hissettiğimi söyleyebilirim. Ancak diğer yandan gençliğimden beri isim ve telefon numaralarını hatırımda tutamamakla malul olduğumu çok iyi biliyorum. Bakalım bu iş nasıl olacak.


Yazıya öncelikle Hasan Özbay’ın tavsiyesine uyarak, mimarlık ve plancılık mesleğini seçmeden önceki yaşamıma ait bilgi vermekle başlayacağım.



Girit Kökenleri


Anne ve babam Girit doğumlu olup, dedem Bektaşi dedesi imiş. Girit iç savaşından kaçarak göçmüşler. Babam, Ömer Hayyam’ı tercüme edecek kadar Farsça, Rumca ve Fransızca bilen bir edebiyat hocası idi. Ayrıca İstiklal Savaşı’nda Celal Bayar ekibinde (Redingotlular Grubu) Anadolu’da halkı bilgilendirme görevini, Savaş sonrası yeni okullar açma faaliyetini (Niğde ve Diyarbakır liseleri) sürdürmüş, sıkı bir Atatürkçü idi.


Ben 6 kardeşin 5’incisi olarak doğduğum Niğde’de 4 yaşına kadar yaşadım. 4 yaşındayken geldiğimiz İzmir Karşıyaka’daki çocukluk yıllarımdan aktarabileceklerimi şöyle özetleyebilirim;

12 yaşıma kadar geçen 2. Cihan Harbi yılları, hepsi de okuyan 6 çocuklu ailemiz için ekonomik olarak çok sıkıntılı yıllardı. Atlı tramvayla okula gittiğimiz Karşıyaka’da Karşıyaka’nın kıyıdaki tek apartmanında kirada oturduk. Karşıyaka kıyısı gül, yasemin ve hanımeli kokularının, mekânı sarmaladığı, nefis ve çok şirin bir kasabaydı.


Karşıyaka’da edindiğim tutkuların başında deniz geliyor. Kıyıda trata (ağ) çeken balıkçılara yardım etmek büyük bir keyif idi. Limandaki tekneleri seyretmek ve limanın çekim alanına giren meyhane, çayhane vb. aktivitelerine katılmak, örneğin saat 5’ten sonra insanların koşarak buluştukları Pasaport Kahvesi ya da Karşıyaka’daki İskele Meydanı kahvehaneleri bana çok keyif verirdi. Bu deniz tutkusu denilebilir ki 75 yılı aşkın bir süredir yaşamımı etkilemeyi sürdürüyor.


Çocukluğumdaki diğer bir tutku, uçak tutkusudur. Ailece yaşadığımız bu tutku evde sürekli olarak model uçak yapılmasına neden olurdu. Model uçağın kâğıt aksamının yapıştırıcısı (banan yağı) aseton kokusu, hala çok sevdiğim bir kokudur.


Çocukluk ve ilk gençlikte oluşan müzik tutkusu ise ailemizin bütününe ait. Büyük ağabeyim Galip’in önderliğinde 4 kardeş, mandolin ve gitar çalardık. İki kız kardeşim (Müjgan ve Uğurtan) dans, bale hastası idi. Ancak, içimizden yalnız küçük kız kardeşim Uğurtan müzisyen olabildi. (Türkiye’nin ilk arpisti oldu) Benim müzikolog olma hevesim ise ancak üniversiteye kadar devam edebildi.



Karşıyaka gençliği


İlk gençlik yıllarıma gelince… O zamanlar bir ilk olan kız-erkek beraber (muhtelit) okuduğumuz 4 lise yılım, asla unutamayacağım tatta yaşanan bir dönemdi. Öyle ki ailem 3. yılda bütünüyle İstanbul’a göçtüğü halde ben liseyi Karşıyaka’da bitirmek uğruna 1,5 yıl teyzemin evinde yalnız kaldım. Bu dönemden ileriki yıllarıma taşıyacağım yeni tutku kitap okumak idi. Başta Rus yazarlar olmak üzere, neredeyse tüm tercümeleri okudum. (Maarif Yayınları, Varlık Yayınları, Serteller vb.) Hatta ileriki yıllarda, bu okuduklarımın önemli bir kısmını gereğinden erken okuduğumu hissettim.


Fırtına gibi yaşanan “ilk gençlik aşkları”, aynı zamanda müzik ve münazara etkinlikleriyle birlikte hayatımı zenginleştiriyordu. İzmir’deki lise yaşamının içindeki çok önemli bir diğer olgu da İstanbul idi: Yaz aylarını geçirdiğim İstanbul, Bandırma Vapuru ile akşamüstü gelirken gördüğüm tarihi ve masalsı siluetinden başlayarak, Boğaziçi, Beyoğlu, Eminönü vd. kentin pek çok kesimi tüm kent mekânı algılarımı değiştirmişti, kente âşık olmuştum.


İlk gençlik yıllarında yaşadığım iki olay, daha sonraki yaşamımı ciddi olarak etkilemiştir: Felsefe, edebiyat ve münazaralara çok düştüğümüz günlerde tanıdığımız ve Karşıyaka’nın Şemikler Köyü’nde balıkçılık yapan bir Girit göçmeni ile ahbap olmuştuk. Çok fazla okuyan, okuduğu her kitabı, neredeyse satır satır ezberinde tutan bu “olağandışı hafızalı” Balıkçı ile Karşıyaka tren istasyonu kahvesinde gün aşırı buluşur ve sohbet ederdik. Edebiyat, felsefe ve politika üzerinde yaptığımız tartışmalarda, Balıkçıya üstün gelmek neredeyse olanaksızdı. Çünkü, tartışma konusuna ait yazılmış tüm fikirleri (Plato’dan Marks’a kadar) sanki kitaptan okur gibi önümüze serer ve bizi domine ederdi. Bir süre sonra onunla tartışmaya kalem kağıtla gelmeye ve refere ettiği filozof ve yazarları okuyarak/çalışarak gelmeye başlamıştık. Birkaç yıl sonra benzeri diyalogları Hocam Turgut Cansever ile yaşayacak ve günlerce Konfüçyüs ve Nicolai Hartmann çalışacaktım. Bunlar bana, sonradan bütün hayatım boyunca uyguladığım şu öngörüyü sağladı: Hiçbir tartışmaya, sorunsala ciddi olarak hâkim olmayı sağlayan bilgi birikimine sahip olmadan ve ön çalışma yapmadan girilmemelidir.


Beni temelden etkileyen ikinci olay, yaz aylarında İstanbul’da bir arada olduğum kız kardeşim Uğurtan’ın müzisyen arkadaşlarından, ünlü tenor Cemil Sökmen’in sayesinde oldu. Cemil, özellikle senfonik müzik dinlerken, kulağımı geri planda kalan (ya da ana temayı doğrudan çalmayan) viyolonsel, kontrbas vb. bas sesleri dinlemeye alıştırmamı, bu surette müziği derinlemesine algılayabileceğimi tavsiye ederdi. O günden sonra yalnız müziği algılamam değişmekle kalmadı, bu yaklaşıma -belki plancılığı da seçmeme neden olan- bir genel bakış açısı kazandırdı. Sanki çok bilinmeyenli bir denklemi çözme keyfi gibi bir şeydi bu ki matematikte onu da iyi yapardım.



1950’ler ve İTÜ’de mimarlık


1954-60, İTÜ Mimarlık Fakültesi


İTÜ Mimarlık Fakültesi’nin ilk yılında, vaktimin büyük kısmını konserler, resim galerileri, müzisyen arkadaşlarımla müzikli toplantılar gibi mimarlık dışı aktivitelerde harcıyor ve hala müzikolog olma hayalleriyle yaşıyordum. Çok kötü biten ilk yılın sonunda, mimarlığı çok seven sınıf arkadaşlarımla dostluklarımız ağırlık kazandı. Onlar aracılığıyla tanıştığım Maruf Önal, Turgut Cansever gibi ünlü mimarlarla yaptığım sohbetler beni çok etkiledi. Artık müzisyenlik hayalleri bitmiş, hayatımın en yoğun ilgi alanı mimarlık olmuştu.


Daha sonra 4 yıl atölyesinde çalıştığım Turgut Cansever, tam bir “heyecan ateşleyicisi” idi. Oldukça kaliteli hocalarımız da bu ilgimi geliştirmekte idiler. Bunların başında Sabahattin Eyüpoğlu geliyordu. Ayrıca, o zaman asistan olan Doğan Kuban (Doğan ağabeyimiz) bilgi hazinesine ek olarak, zamanın tarihi yapı ve kent dokularını bilinçsiz ve hunharca imar adına tahrip eden iktidar yönetimine karşı çıkıyor ve bizler de heyecanla peşine takılıyor idik. (Boğaz sahil yolu, Vatan/Millet Caddesi, Simkeşhane vd yıkımlar…) 2 yıl (4 sömestr) süren şehircilik derslerinin de mimarlık eğitimimde sanırım ciddi bir ağırlığı olmuştur. Değinmeden geçemeyeceğim bir husus, 100 kişilik sınıfımızın en az 20’si gelecekte çağdaş Türk mimarlığı ve mimarlık yarışmalarına damgasını vuran, yetenekli ve heyecanlı bir gruptu. Bunun mimarlık fakültesine o yıllarda -sadece 2-3 yıl boyunca- uygulanan “özel sınavla öğrenci alınmasının” rolü olduğuna inanırım. Çünkü Güzel Sanatlar Akademisi’nde de benzer bir kalite gözleniyordu. Yıllar sonra yaptığım 15 yıllık öğretim görevliliğimdeki 10-15 kişilik atölyelerde bu oranın yarısına dahi rastlamadım. Bu olgu kanımca Türk entelinin doğru ve güzel sonuçlar aldığı uygulamaları sürdürmekteki müzmin beceriksizliğinin bir örneği idi.


Bu olağandışı sınıf ortamı kalitesini besleyen olgularda, bu öğrencilerin zamanın en ünlü yarışmacı mimarların atölyelerinde çalışıyor olmalarının da ayrı bir ağırlığı var idi. Gerek atölyesinde çalıştığım Turgut Cansever gerekse okuldaki şehircilik ve mimarlık tarihi eğitiminde, yapının kentsel, doğasal ve tarihi çevre ile bütünleştirilmesi hususu neredeyse dominant bir anlayıştı. Bu anlayış giderek yarışma konularını da etkiledi. Kentsel tasarım türü yarışmalara (Baruthane, Erzurum Atatürk Üniversitesi, Unkapanı Çarşısı, Rumeli Hisarı, Harbiye Parkı, Bursa Fuarı, Beyazıt Meydanı vb) büyük ölçekli kent planı yarışmaları eklendi. Ankara, İzmir, Eskişehir, Samsun, Malatya, Alanya yarışmaları bu dönemde yapıldı. Ancak 1950’li yıllardaki bu yarışmaların -özellikle imar planı yarışmalarının- ön çalışma dokümanları ve teknik şartnameleri yetersiz ve kaba gözlemlere dayanan dokümanlardı. Araştırma çok büyük ölçüde yarışmanlara bırakılmış idi. Bu nedenle kente ait sorunsalın, mekansal olmayan boyutları kolay değerlendirilemezdi. Aynı sorunu, aynı dönemde yapılan imar planlarında da kolayca gözlemleyebiliriz. Cansever atölyesinde iken çalıştığım yarışmalar şunlar idi; Brüksel Fuarı, Erzurum Atatürk Üniversitesi Kampüsü, Rumeli Hisarı, Galatasaray Adası, Kocatepe Camisi ve kısmen ODTÜ Kampusu ve Diyarbakır Kalesi.



İlk yarışma başarısı


Bursa Fuar Yarışması, 1. Ödül, 1958


1958 yılında, meslek hayatımın ilk erken başarısını yaşadım. İki öğrenci arkadaşımla (Yavuz Taşçı ve Öztürk Başarır) birlikte katıldığımız Bursa Fuar yarışmasında birinci olduk. Birdenbire mimarlık camiasında tanınmamıza neden olan bu başarı sanırım hala öğrenci olan üçümüzün de plancılığı seçmemizde ciddi bir etken oldu. Gene 1958’de İller Bankası, Fransız mimar ve şehirci Henri-Jean Calsat’ı getirerek, onun kent planlaması için düzenlediği bir metodolojiyi (analitik araştırma değerlendirme metodolojisi) hayata geçirdi. Gerek İller Bankası’nın kendi yaptığı planlar gerekse İstanbul Nazım Planı bürosunda uygulanan bu analitik metod, kent planlama pratiğinde bir devrimdi denilebilir. Çünkü benim hatırladığım kadarıyla, ülkemizde o güne kadar ciddi uygulamalar yapmış olan pek çok ünlü plancı (Olsner, Prost, Hoeg ve hatta Piccinato) böyle bir sistem getirmemişti.


Sanırım gene 1958’de yeni kurulan ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama bölümünde hocalık yapan Mimar Esat Turak’ın girişimiyle o zamanki İmar-İskân Bakanı Medeni Berk tarafından Bölge Planlama Dairesi kuruldu. Kısa bir süre sonra ise Mimar Tuğrul Akçura ve arkadaşlarının organize ettiği İstanbul-Doğu Marmara Bölge Planlama Müdürlüğü hayata geçti. Bu oluşumlarla beraber ilk kez planlamanın inter-disipliner tanımına uygun (coğrafyacı, ulaşımcı, ekonomist, istatistikçi, hukukçu, sosyal bilimcilerin de katıldığı) bir ekip anlayışı kurumsallaşmaya başladı denebilir. 1958-60 arasına ait belirttiğim kanaatler, 1960’tan sonra İller Bankası’nda çalışırken tanıdığım Esat Turak, Tuğrul Akçura ve Bülent Berksan’dan öğrendiğim bilgilerden kaynaklıdır.


Tekrar öğrencilik yıllarıma dönersek, kentsel tasarım hevesimi kamçılayan ve o günlerde edindiğim bazı olağan yangınlarımın bugün de devam etmesine kaynak teşkil eden birkaç olaydan bahsetmek istiyorum. Bunları başlıklar altında özetlemeye çalışacağım;



Kente dair farkındalıklar

Selçuk/Osmanlı yapılarının kentsel dokudaki temel özellikleri ve

Batı’dan gelen yüksek yapı kültürünün tehlikeleri…


Bursa’nın Yıldırım Beyazıt Mahallesi ve tarihi çarşısı, İstanbul’un Süleymaniye Külliyesi ve mahallesi, Topkapı-Ayasofya- Sultan Ahmet, Kapalı Çarşı ve Çevresi… bazılarına Doğan Kuban bazılarına Turgut Cansever ve Sabahattin Eyüpoğlu ile ama çoğuna ya okul projesi ya da araştırma için yalnız gittiğim ve hayran kaldığım kentsel alanlar idi. Bu alanlara ait tespitlerimi dile getirdiğim Turgut Cansever’in evinde, birkaç kez Sanat Tarihçi Mazhar İpşiroğlu, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Sabahattin Eyüpoğlu, Azra Erhat ve ismini hatırlayamadığım birçok ünlü sanatçı ve yazarla bir arada olma şansım oldu. O zamanki tespitlerim şöyle idi;


Selçuklu/Osmanlı mimarisinin üniq yapıları (camiler dahil), Hıristiyan yapılarına göre tümüyle farklı, minimalist bir tavrı yansıtıyordu. (“Minimalist tanımlaması göreceli bir kavramdır, kuşkulu olur” diyenler oldu. Sanırım İpşiroğlu’ydu ama Cansever beni tasvip etmiş idi.) Camiler, bulundukları coğrafyaya adeta “çömelerek oturuyorlar” ve çoğu kez “elleriyle ayaklarıyla” (külliyeleriyle) bulundukları coğrafi ve kentsel mekanla bütünleşiyorlardı. Orta büyüklükteki bir caminin dahi 4 katlı bir apartmanla siluette başa çıkması olanaksızdı. En yüksek sırtlarda yer alan Süleymaniye’nin külliyesi aracılığıyla sağladığı ve konut dokusuyla kurduğu bütünleşme, bunun belki de en iyi örneği idi. Aynı bütünleşmeyi meydansı boşluklarda konuşlanmış Beyazıt Cami ile Bursa Ulu Cami’nde de saptayabiliyorduk. Bu nedenle, İstanbul’da ‘+40 m kotu’ sınırlaması yetersizdi. Çok daha detayda örnekler almak doğru olurdu. Ama bunun çaresi asla, köhneleşmiş dokuyu yok ederek, camilerin etrafını açmak olmamalı idi. Belki de çoğu kez bunun tersi yapılmalıydı. (Çok yıllar sonra 1990’da, en çok düzenlemeyi istediğim Üsküdar Meydanı’nın uluslararası yarışma projesinde bunu deneme fırsatı bulduk. Mihrimah Cami’ni eski proporsiyon kalitesine kavuşturmak için düzenlediğimiz saçaklar ve ek yapılar için (ki bazıları tarihi idi) hiç ummadığım bir kişiden şöyle bir tepki aldım; “Mimar Sinan bir peygamberdir ve Türkiye’de onun yapısını proporse edecek bir mimar tanımıyorum!” Sayın Doğan Kuban’ın bu kritiğini halen anlayabilmiş değilim!? Ana fikri mi yoksa mimari kaliteyi mi beğenmedi bilemiyorum.


Motorlu taşıt trafiğinin tarihi kent dokusuna etkileri


Le Corbusier’in daha 1928 yılında, Paris için düşündüğü yaklaşım (tüm motorlu taşıtlardan 3. boyutta soyutlandırılmış gelecek Paris modeli) beni çok etkilemiş idi. 1950’de Bernard Zehrfuss’un kazandığı “La Defense” Kentsel Tasarım ve Planlama Yarışması da bu etkiyi pekiştirmiş idi. Aslında şehircilik hocamız Kemal Ahmet Arû’nun “Yayalar ve Taşıtlar” adlı küçük kitabında da bu tehlikeye değinen pek çok örnek olmasına rağmen şehircilik hocalarımız dönemin başbakanı Adnan Menderes’in yaptığı yol operasyonlarına (Vatan-Millet Caddesi, kıyı arterleri vb.) bırakın karşı çıkmayı, övgü dolu sözler söylüyorlardı. Hele Simkeşhane’nin yok edilmesi tam bir tarih faciası idi. Oysa bazı dersler çıkarmamız gereken önemli olaylar da yaşıyorduk.


Örneğin; Arnavutköy’de yaşadığım yıllarda, Bebek-Arnavutköy arasındaki kıyı yolunun inşası aşamasında, yol çok uzun süre trafiğe kapatıldı. Buna karşın Boğaz-Beşiktaş-Karaköy vapur seferleri 3 kat arttırıldı. Ancak taşınan yolcu sayısındaki artış 10 kat gibi idi. Arkadaşlarım Ergün Aksel ve Özgönül Aksoy ile beraber deniz yollarından edindiğimiz bu bilgileri hocalarımıza aktardık. Bu bilgilerin, toplu deniz ulaşımın İstanbul ve Boğaz için ders alınması gereken bir ağırlığı olduğuna inanıyorduk. Ancak bu bilgiler -Doğan Kuban, Turgut Cansever, Nezih Eldem gibi az sayıda hocamız dışında- pek de etkili oldu denemez. Şehircilik hocalarımızdan Behruz Çinici’nin ilgisi dışında yeterli ilgi uyandırdığımız da söylenemez. Oysa o zamanın yarışmalarla ün yapmış mimarlarının büyük çoğunluğu (hatırlayabildiklerimden Doğan Tekeli-Sami Sisa, Turgut Cansever, Maruf Önal, Enver Tokay, Melih Birsel-Haluk Baysal, Yılmaz Sanlı, Nişan Yaubyan, Nezih Eldem) Menderes’in yol uygulamalarından rahatsızlıklarını rahatça dile getiriyorlardı.


Mimarlar Odası ise yeni kurulmuş olmasına rağmen açık ve net bir biçimde, muhalefetini toplantılarda ifade ediyordu. Sanırım Adnan Menderes’in “kara cübbeliler” diye nitelediği yüzlerce hocayı üniversiteden atması, akademileri sindirmiş olabilir. Aynı bugünkü gibi… Gene de o dönemde bugüne göre çok daha fazla oranda mimar düşüncelerini açıkça ifade edebiliyordu. Ancak Mimarlar Odası, o günden günümüze bu gibi yanlışlara karşı duruşunu daima korumuştur.


Ulaşıma ait sayısal ve matematik veriler, o denli etkisizdi ki; o zamanlar sadece Paris’teki motorlu araç sayısı, tüm Türkiye’nin 8-10 katı mertebesinde idi. Yani ne Türkiye ne de İstanbul motorlu taşıtı henüz tanımıyordu denilebilir. Otomobil, dolmuş ve otobüsü modern ulaşımının en önemli çağdaş araçları olduğuna inanan politikacılarımızın yaptığı ilk uygulamaların başında, tramvayları kaldırmak geliyordu. Oysa yanı başımızdaki Orta Avrupa ülkelerinde tramvayı geliştirmek dışındaki en önemli yaklaşım politikası, metroyu geliştirmek idi. Ancak akademilerimizde dahi bu olgudan yeterince bahsedilmiyordu. Hele bisiklete, adeta bir oyuncak gibi bakılıyordu. Oysa bisiklet Avrupa ülkelerinde yalnız Fellini’nin filmleştirdiği İtalya gibi fakir ülkelerde değil, Almanya ve Hollanda işçilerinin de en önemli ulaşım aracı idi.


Motorlu trafiği tanımamanın da desteklediği bu inanç özellikle sağ iktidarların yönetiminde çok uzun yıllar gelişerek sürdü. Öyle ki; 1980’li yılların ANAP’ının İmar İskân Bakanı (sanırım Safa Giray idi) raylı sistemin Komünist, karayolu ulaşımının ise Liberal Demokrat anlayışın araçları olduğunu açıkça ifade edebiliyordu. Özellikle kentsel ulaşımda, yapay olarak yaratılan bu hastalıklı inanç bu doğrultudaki uygulamalara tümüyle egemen oldu. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün övünçle, dağa, taşa koyduğu en önemli pankart “Ulaşamadığın yer senin değildir!” şeklindeki fütuhatçı bir Faşist söylem idi. Aslında uygulaması da doğaya karşı aynı anlayışla yapılıyordu. Bu uygulamadan en çok etkilenen yer ise kıyılarımız oldu.



Kore Savaşı, Amerikanperverlik, 6-7 Eylül olayları


Üniversite yıllarımdan ileri dönemlere taşıdığım ve sosyal-politik olaylara bakışımı etkileyen iki olaya burada değinmeliyim: 1955 yılında, bir yıl önce oy verdiğim Demokrat Parti iktidarı, İstanbul’un imarı adına yaptığı olumsuz uygulamaları nedeniyle gözümden düşmüş idi. Ancak, Yılmaz ağabeyimin Kore Savaşı’na katılması ile edindiğim ya da Amerikan Sineması ve dönem basının etkileriyle, “çoğu Türk gibi” komünist düşmanı ve Amerikanperver bir eğilimim vardı. 1955’in 6-7 Eylül olayları, bu düşüncelerimi temelinden sarsan bir olay yaşattı: 6-7 Eylül olaylarını Nişantaşı, Maçka, Beşiktaş ve Arnavutköy’de bizzat yaşadım. Arnavutköy saldırganlarının büyük çoğunluğu Kuruçeşme tesislerinde çalışan işçiler idi. İçinde olduğum Beşiktaş’tan Arnavutköy’e giden tramvayları durdurup kendileri binmişlerdi. Gözlediğim kalabalık birkaç kişi tarafından yönetiliyor gibiydi. Daha sonra -nereden duyduysam- tüm yağma olayını komünistlerin yönlendirdiğiyle ilgili bilgilerle, gördüklerimi birleştirdiğimde, ne komünistler için söylenenler ciddi bir bulguya dayanıyordu ne de gördüğüm işçilerin komünizme ait bir sözü ya da pankartı vardı. Yani haberlerin dedikodu dışında hiçbir sesli ya da görsel dayanağı yok iken benim algılarım böyle idi. Bu olaydan kısa bir süre sonra, halamın Beylerbeyi’nde Koca Yusuf Paşa korusundaki evlerinin bahçesinde, oraya sık sık gelen Asaf Halet Çelebi ve Salah Birsel ile eniştemin yaptığı sohbette 6-7 Eylül konusu ele alınmıştı. Her zaman dinleyicisi olduğum bu şiir dolu sohbetlere, bu kez hala hatırlayamadığım bir nedenle ve heyecanla katıldım. Kesin bir şekilde, olayları komünistlerin yaptığını gözlerimle gördüğümü söyledim. Buna uzun bir “Yaaaa…!” tepkilerinden sonra “insanların komünist olduğunu nasıl anladınız?” gibi kinayeli bir soru üzerine “pejmürde kıyafetlerinden” gibi anlamsız bir cevap verdim. Aldığım tepki yeniden istihza dolu bir “yaa!...” oldu. Bu yaa nidası, benim için yeterli bir şamardı. Ancak daha esaslı bir şamarı, olayı anlattığım arkadaşlarımdan yedim. Yaşadığım olayı arkadaşlarımla konuştuğumda aldığım tepki yaklaşık olarak şöyleydi; “Ulan biz de seni çok kültürlü, her şeyden çakan biri bilirdik ama sende fazlası varmış! Sen usta bir antropolog ya da psikolog imişsin! Ulan yoksa sen MİT ya da CIA ajanı filan mısın?...” Sanırım Duygu Sağıroğlu idi söyleyen. Doğrusu rezil olmuştum. 21 yaşında idim ve bilgi birikimime güvenen ve hiçbir toplantıya hazırlıksız gitmeyen ben, hayatımda böyle çuvallamamıştım. O günden sonra snopça tavır aldığım politikayla daha yakından ilgilenmeye başladım. Marx’ı, Engels’i, Keyns’i, Breht’i okuyup anlamaya çalıştım. Ve daha da önemlisi o günden bugüne, katılmam bahse konu olan hiçbir toplantıya, hatta hocalık yaptığım zamanlardaki hiçbir dersime çalışmadan gitmedim. Bu olay, benim için gerçekten bir dönüm noktası idi.


O günlerde büyük bir özgüvenle inandığım çok boyutlu bilgi birikimimin ve kültürümün, sosyal olayları doğru algılamakta hiç te yeterli olmadığını anladım. Bunu, çok sevgili hocam Sabahattin Eyüpoğlu’nun kültür tanımından sonra daha bilinçli olarak anladım. Sayın Eyüpoğlu kültürü şöyle tanımlıyordu; “Kültür, kişinin okuyup, öğrenip unuttuktan sonra kendisinde kalan şeydir.” diyordu. Özellikle bağımsız değişkenliğin ve çok boyutluluğun yoğun olduğu kentsel olgu ve olaylarda beynin bir bilinç yaratabilmesi için, sistemlerin değerlendirme yapabilecek şekilde geliştirilmesi gerekiyordu. Yani kentsel olaylar ve mekân üzerinde oyun oynamak istiyorsanız, mimarlıkla ilgili sosyolojik bilgi ve davranışların ötesine geçmek gerekiyordu. Bunun için yalnız bilgi ile yüklenmek yetmiyordu.


Sistemolojik ve metodolojik ele alış biçimleri ve yöntemleri içinde karşımıza çıkan nedensellik ilişkilerini öğrenmemiz ve içselleştirmemiz gerekiyordu. Kentin ve toplumun çok boyutlu sorunlar yumağını anlayabilmek, bilgi birikimi ve Aristo mantığı ötesinde bir yaklaşım biçimini zorunlu kılıyordu. 1950’lerde bu tür sorunlar sadece çok sınırlı toplantılarda konuşuluyordu. Sistematiği hayata geçirilmiş değildi. Yapılabilen, en nihayet sektör irdelemeleri ile nüfus projeksiyonu idi. Bunlara da analiz demek pek mümkün değildi. 1960 yılı öncesi yapılan büyük kent planlamaları ya da planlama yarışmalarındaki araştırmalar, sınırlı sektör irdelemelerinden ibaretti.



Planlama yolunda yürüme kararı


6-7 Eylül olayının kentsel tasarım ya da kent planlaması eğilimlerini ne ölçüde tetiklediğini tam kestiremesem de sosyo-politik ilgimi tetiklediğini söyleyebilirim. 1950’li yıllarda planlama ve kentsel tasarım alanını seçmemdeki en önemli olay, kuşkusuz iki öğrenci arkadaşımla beraber kazandığımız “Bursa Fuarı Ulusal Yarışması” idi (1958). Yarışmalar ve mimarlık camiasında çok genç yaşta tanınıyor olmanın farklı bir keyfi vardı. Kuşkusuz Cansever projelerinde, vaziyet planları üzerindeki çalışma ve deneyimlerimin bu başarıdaki katkısı inkâr edilmezdi ancak 1. olmanın verdiği güven farklıydı; artık hemen hemen yolumu ve alanımı seçmiş gibiydim. Sıra, bu uçsuz bucaksız mecrada ne gibi bir “yön” seçeceğimi düşünmeye gelmişti. Bu karmakarışık düşüncelerle geçirdiğim 2 yılda, bir yandan Turgut Cansever atölyesinin (daha sonra da Mehmet Tataroğlu ve Ertur Yener atölyelerinin) girdiği yarışmaların vaziyet planlarında yardım amaçlı çalışırken (Diyarbakır Kalesi, ODTÜ Kampusu vd. bu dönemin işleridir) diğer yandan, kıyı yaşamı ulaşım eşikleriyle kentten koparılmakta olan Zeytinburnu, Beşiktaş, Karaköy/Dolmabahçe mekânı, Üsküdar gibi alanlar üzerinde amatörce çalışmalar yapıyordum. Bugün şunu söyleyebilirim ki, İstanbul’un bu mekanlarındaki sorunlar 60 yıldır giderilmek yerine daha da arttırıldı. İleride bu sorunlara tekrar değineceğim ancak şunu not etmeliyim ki, hem 1950’li yıllarda hem 21’nci yüzyılda, bu sorunlara çözüm arayan pek çok kentsel tasarım uygulamaları var idi.


Üniversite yıllarında kent planlaması ölçeğindeki aktiviteleri (Belediye planlama çalışmalarını ya da planlama yarışmalarını) yeterince izleyebildiğimiz söylenemez. Gerek Turgut Cansever’in açıklamalarından gerekse çok sınırlı olarak katılma olanağı bulduğum tartışmalardan hatırımda kalan ciddi bir şey yoktu. Çoğu kez tarihi alanların korunması düzleminde kalan bu tartışmalarda sistematik bir yaklaşım yoktu. Konuşmalarda öne çıkan sektörler, ulaşım, yeşil alan, nüfus ve tarihi doku idi.



1950’ler İstanbul’unda popüler kent sohbetleri


Bazı sektörlerde yapılan tartışmalar trafikle ilgiliydi; örneğin Türkiye genelde motorlu taşıtı iyi tanımıyordu ama başta Turgut Cansever olmak üzere pek çok mimar -özellikle özgün Osmanlı sokak dokusunu koruma endişesiyle- motorlu taşıtın kent için gelecekte bela olacağına inanıyordu. Yayanın motorlu taşıtlardan olabildiğince soyutlanması, denizden ve raylı ulaşıma ağırlık verilmesi, özellikle 1950’lerin sonlarında yoğun olarak konuşuluyordu. Turgut Cansever, yeni gelişme alanlarının (Levent ve Ataköy uygulamaları) mevcut yerleşik alan dışında, en geniş ölçüde ve yeni şehir formatında ele alınmasını söylüyordu. Sanırım bunu 2000’li yıllarda da savunuyordu. Ancak bu yaklaşım uygulamada nadiren ve biraz farklı uygulanıyordu. Mevcut kentin hemen bitişiğindeki bu düzenlemeler, kendi merkezleri olan üniteler gibi gözükse de kısa sürede mevcut kent merkeziyle bütünleşen bir doğal gelişim gösteriyordu. Yani, Turgut Cansever’in yeni kent modeli olmaktan uzaktılar: Levent Şişli ile Ataköy de Bakırköy ile çok kısa sürede bütünleşti. Yeni yerleşimlerin kentin ana ulaşım yolları üzerine konumlanmasının bunda ciddi rolü vardı. Otopark konusu da kentin yakın geleceği için ciddi bir sorunmuş gibi algılanmıyordu.


1950’li yıllarda vapur, hala Boğaziçi beldelerinde oturanların kente (işe) gidip geldikleri ve insanların yaşam biçimlerini vapur saatlerine uyarladığı en önemli taşıt idi. Ayrıca seyahat süresi kayıp bir zaman değil, yolculuk boyunca insanların ahbaplıklar oluşturduğu çok keyifli bir yaşam biçimi idi. Annem dahi Arnavutköy’den Beşiktaş pazarına gidip gelmek için vapuru kullanırdı. Ancak kıyı yolları ve hele Maslak yolu devreye girince, yolcu yoğunluğunda azalma olmakla birlikte bu keyifli ulaşım biçimi yerini ve ağırlığını koruyordu. Toplumun, bu keyifli yaşam biçimini elinden almaya çalışanlara “neden yeterince tepki göstermediğini” hala tam anlamış değilim. İnsanların günlük hayatlarına keyif ve kalite katan böyle bir olgudan nasıl olup da kolaylıkla vazgeçtiğine belki ileriki bölümlerde değinebilirim.


Planlama sohbet ve tartışmalarında en sık yer alan sektör “koruma” idi. Gerek üniq (anıtsal) yapıların gerekse sivil Osmanlı dokularının korunmasında mimarlar arasında neredeyse var olan ittifak, daha ileri yıllarda korumanın daha radikal sayılacak bir mekanizma ve kuruma dönüşmesinin kanımca ana zeminini oluşturmuş idi. Okullardaki rölöve ve restorasyon kürsülerince, öğrencilere yaptırılan “rölöve projeleri” o denli ciddi idi ki, bu dersi geçmek hiç kolay değildi.


Kent planlaması sohbet ve tartışmalarında tartışmasız en ağırlıklı sektör “yeşil alanlar” idi. Neredeyse yeşili en çok olan planın en iyi plan olduğu mimarlar arasında ortak bir algı gibi idi. Maslak’ta yok edilen çamlar ile Barbaros Bulvarı’nda katledilen çınarlar vb ağaç katliamları gerek mimarların gerekse yeni kurulan Mimarlar Odası’nın infiallerine yol açmış ancak sonuç değişmemiş idi. Menderes’in 10 yılda yok ettiği ağaç sayısı, sanırım 3’üncü Boğaz Köprüsü nedeniyle katledilenlerin onda biri değildi! (Bu konuya da ileride değinme imkânımız olacaktır.) O gün bugün “gelişen kent ve kasabaların” ağaçlıkları ve ormanları, mezbahada sıra bekleyen koyunlar gibi sessizce kesilmelerini bekliyorlar. O günlerde %25 olan Türkiye orman alanlarının %20’lere düştüğü dehşetle ifade ediliyordu. Sanırım bu oran günümüzde %14 dolaylarındadır. Ama hiç de ses çıkmıyor. Acaba günümüz matematiğinde %14 artık %25’ten büyük mü ya da daha mı sağlıklı bir durumu ifade ediyor?


Yani hatırımda kaldığınca 1950’li yılların özellikle 2’nci yarısı, artan kentsel gelişme hızı ve gecekondulaşmanın da etkisiyle kentleşme konularının mimarlık ortamında pragmatik olarak fakat çok etkin şekilde tartışıldığı bir dönemdi. Benim de politikayı ve kent sorunlarını daha çok izler olduğum bir dönem idi. İktidarın antidemokratik baskılarının her entelektüeli etkileyen bir noktaya ulaşması ise kimsenin katlanabileceği bir şey değildi. Komünizm düşmanlığının solcu düşmanlığına dönüştürüldüğü cadı avları “vaka-i adiyeden” olmuştu. Çoğu solcu yazar okunamazdı. 1956 yılında Nazım Hikmet’i, Vali Konağı Caddesindeki Mim Kemal Apartmanı’nın bodrum katında, 14 arkadaş, o’nun kendi ses kaydından gizlice dinlemiş idik. (Aslında benim için biraz da hayal kırıcı olmuştu. Biz adeta tanrının sesini dinlemeye gittiğimizi düşünürken -ya bant kaydı ya da kendi okuma biçimi nedeniyle- beklediğimizce etkilenmemiş idik) Oradan yazılı olarak aldığımız birkaç şiiri evde okuyunca, sarsılacak derecede etkilendiğimi hatırlıyorum.


Yeşil alanlar konusunda bazı şairlerin hassasiyeti mimarları dahi aşıyordu. Örneğin Vali ve Belediye Başkanı Lütfü Kırdar’ın Maçka Parkında yaptırdığı Bayıldım Yokuşu parka taşıt girmesini sağladığından, şair Neyzen Tevfik’i çileden çıkarmıştı ve İsmet İnönü’yü zemmeden müthiş bir kaside (taşlama) yazmıştı. Sanırım 1950’lerin başındaki bu hassasiyete ve tepkiye mimarlar 1950’nin sonlarında dahi ulaşmamışlardı.



Kent yaşamının değerleri; Meyhaneler


Neyzen’den bahsetmişken, biraz da meyhane hayatımıza değinmek pek yanlış olmaz. Şöyle ki, meyhaneler hem diğer sanatçılarla buluşabildiğimiz hem de mimarlıktan, politikaya kadar her konuyu tartışabildiğimiz mekanlardı. En çok gittiklerimiz Toma (Eminönü), Serafim (Galatasaray), Çiçek Pasajı avlusu (kapalı alanlar pahalı idi), Cumhuriyet (Şişhane), Çamur Şevket ve Yorgo (Kumkapı), İlya ve Karamiço (Arnavutköy), Atalım (Rumeli Hisarı) ve nadiren Kulis (Beyoğlu) idi. Bunların bazıları, yarışma projesini teslim ettikten sonra gidip yarışmayı tartışmayı sürdürdüğümüz ancak sonunda, yarışma yorgunluğu nedeniyle masalarda sızdığımız mekanlardı. Bu durum hiç değişmeden tekrar tekrar yaşanırdı. Meyhane kültüründen bugünlere taşıyabileceğim olgular nelerdi diye sorarsanız, doğrusu ayrıntı vermem zor ancak hatırıma gelen 2 olaydan bahsedebilirim. Bu iki olayın tarihleri sanırım 1955’de ve birbirine yakındı.


İlki, Frank Lloyd Wright analisti olarak bilinen İtalyan eleştirmen Bruno Zevi’ye aitti. Zevi’nin okulda verdiği konferansın ayrıntılarını hatırlamıyorum ancak konferanstaki kalabalık öğrenci ve mimar dinleyiciler Zevi’nin sunumundan tarif edilemez ölçüde etkilenmiş ve heyecanlanmışlar idi. Diyebilirim ki bugüne kadar böylesine etkili ve coşkulu bir sunuma şahit olmadım. Konferans sonrası birkaç arkadaşımla gittiğimiz Çiçek Pasajı, konferansı izleyenlerce tıklım tıklım doldurulmuş idi. Bu bana daha sonraki yıllarda (özellikle 1970’ler sonrası) ve günümüzdeki benzer kültür etkinliklerine katılımın heyecansızlığını anımsattı. Bu fark bugünün öğrenci ve mimar kalitesinden mi yoksa Zevi’nin kişisel özelliklerinden mi kaynaklanıyordu bilemiyorum. Ben, dinleyici kalitesizliğinden kaynaklandığına inanıyorum. Kanımca bu olay bugünün eğitim kalitesi ile ilgili de ciddi bir gösterge idi. Hatırladıkça hem içimin kalktığı, aynı zamanda da üzüntü veren bir hatıradır.


Meyhane mekanlarında yaşadığım diğer bir olay, Prof. Emin Onat ile birlikte yaptığımız Ankara gezisinde idi. Gezinin amacı Emin hocamızın eseri olan Anıt Kabir’i tanımaktı ancak olay biraz farklı gelişti; geziye hocanın Kuğulu Park’taki binasını (Ses ve Tel birliği) görmekle başladık ve ardından Kavaklıdere’deki şarap fabrikasına konuk olduk. Hocamızın da önderliğinde öyle içtik ki, hocanın “tavandaki fresklere iyi bakın, sonra Nezih Eldem hocaya hesap vereceksiniz” ikazına rağmen başımızı kaldıramayacak kadar sarhoş olmuştuk. Ankara’daki diğer iki günümüzde de benzer olaylar yaşadım: Dikmen’de Değirmen Meyhanesi’nde Orhan Veli’nin duvarlara kendi eliyle yazdığı orijinal şiirlerini gördük. Meyhanede burasının Orhan Veli Müzesi olup olmayacağını konuşuyorduk. Ancak bina birkaç yıl sonra yandı. Kızılay’daki Missuri Meyhanesi de konservatuar arkadaşlarımla gittiğim, özellikle sanatçı ve yazarların gittiği bir mekandı. Ancak 1960’ta Ankara’ya gittiğimde o da yıkılmış idi.


Bu içkili gezide çok hoşuma giden bir olgu, Atatürk Bulvarı’nın (Kızılay) kademeli tretuvarlarında, Paris Şanzelizesine benzer, yaşayan “Bulvar kültürü” idi. Büyük ağaçların yer aldığı bu mekânda 1960’larda ne ağaç kalmıştı ne de masalarla donatılmış kademeli tretuvarlar. Yalnızca Piknik Restoran kalmış idi.



+ devamı gelecek


bottom of page